28 Eylül 2009 Pazartesi

Depremi Felakete Dönüştüren Kapitalizmdir

İvme

“Sesimi duyan var mı?” diye haykırıyordu enkaz altında kalanlardan birisi tam 10 yıl önce. Tam 10 yıl önce kâr hırsının, vurgunculuğun, rüşvetçiliğin kucağına terkedilmiş bir halk sadece 45 saniye süren 7.4'lük bir deprem sonucunda 40.000’den fazla can verdi bu topraklarda. Sayısız acılar, yokluklar, sıkıntılar yaşandı sonrasında. Bu büyük felaketin ardından insanlar yaralarının sarılmasını beklerken devletten, devlet resmi rakamlardaki ölü sayısını düşürerek, doğacak tepkileri kontrol altına alma yoluna gitti. Öncelik sistemin bekasıydı.

1999 yılı itibariyle resmi kayıtlara 18.243 insanımızın öldüğü, 48.901 insanımızın yaralandığı, 376.379 konut ve işyerinin hasar gördüğü geçti. Depremin üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen devlet gerçekleri kendi halkından saklamakta hiçbir sakınca görmemektedir hâlâ. Devletin deprem sonrasında sadece Kocaeli’ne gönderdiği yardım eli adı altındaki kanlı elinde 50 bin adet ceset torbası bulunmaktadır. Bu sayı bile depremde hayatını kaybedenlerin sayısının açıklanandan çok daha fazla olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.

Depremin üzerinden 20 saat geçmişti ve hükümet hâlâ Bakanlar Kurulu'nu toplamamıştı. Halk canını dişine takıp ölülerini enkaz altından çıkarmaya, yaralılarını kurtarmaya çalışırken egemenler, emperyalizmin talepleri doğrultusunda "Uluslararası Tahkim Yasası"nı çıkarmakla uğraşıyorlardı. Bu da devletin kimin devleti olduğunu apaçık gösteriyordu.

Gerçekler bir tek bununla da sınırlı değildir üstelik. Birilerinin her durumdan yararlanarak cebini hep daha fazla doldurması üzerine kurulu sistem, bu büyük felaketi büyük bir fırsata çevirmekte geç kalmamıştır. Depremzedeler için toplanan yardım paralarının %60’ı sistemin açıklarını kapatmak için kullanılmış, depremzedeler çadırlarda unutulmuş, deprem sonrası uluslararası yardımlarla yapılan konutlara yerleşen depremzedeler evlerinden çıkarılmaya çalışılmıştır. 17 Ağustos depremi sonrasında Saddam Hüseyin’in desteğiyle depremzedelerin kullanması için yaptırılan konutlardan depremzedelerin polis zoruyla atılması ve buraların bürokratlara tahsis edilmesi bunun yakın zamandaki örneklerinden biridir. Deprem bahane edilerek konut alanlarını sermayenin çıkarları uyarınca yeniden düzenleyen kentsel dönüşüm adlı rantsal bölüşüm projelerinin hayata geçirilmeye çalışılması ve gecekondu yıkımlarının hızlandırılması ise onbinlerce insan yaşamına mal olmuş deprem üzerinden para kazanmanın diğer bir boyutudur.

Yaşanan acılara hep yenileri eklenmiştir. O keşmekeşte tüm bunlar yapılırken, bir yandan da birkaç tane günah keçisi bulunmuş, yaşanan tüm acıların sorumlusu ilan edilmiş, böylelikle sistem kendi sorumluluğunu halkın belleğinden silmeye çalışmıştır. Bu dönemde açılan 2100 davanın sadece 30 kadarı ceza ile sonuçlanmış, onlar da zaman aşımı kılıfıyla kurtarılmıştır. Veli Göçer'e dava açanların Veli Göçer'in avukat parasını ödemek zorunda bırakılması, kapitalizmin hukuk ve adalet anlayışını net olarak ortaya koymaktadır.

Ülke topraklarının % 93’ünün aktif deprem kuşağında olmasına ve nüfusumuzun % 98’ini tehdit eden depremselliğe rağmen sadece 19 ili kapsayan 4708 sayılı yapı denetimi kanunu çıkarılarak denetim mekanizması, müşterisi müteahhit olan yapı denetim şirketlerine terkedilmiştir. Devlet kendi yapması gereken denetleme işini piyasaya devrederek hem kamusal sorumluluğu üstünden atmaya hem de kamusal hizmet alanlarını özelleştirmeye çalışmaktadır. Çıkarıldığı haliyle bu yasa beklentilere cevap vermekten çok uzaktır. Bugün itibariyle kimi firmalarda denetçi mühendislere asgari ücret düzeyinde maaş ödenip 30 bin metrekareden daha fazla denetleme alanının sorumluluğu yüklenmektedir. Bu konuda başka bir sıkıntı da büyük inşaat firmalarının kendi yapı denetim firmalarının bulunmasıdır. Dolayısıyla denetleme ve denetlenme süreçleri bu tür firmalarda bir prosedürden öteye geçmemektedir.

Devletin depremden sonra yaptığı en büyük icraat ise deprem vergisi olmuştur. 2009 yılı Haziran ayına kadar toplanan toplam 24,1 milyar lira deprem vergisinin yılsonunda 27,2 milyarı bulacağı ifade edilmektedir. Peki, toplanan bu kadar parayla devlet ne gibi tedbirler almış, ne tür yatırımlar yapmıştır? Bayındırlık Bakanlığı verilerine göre yaklaşık 80 bin civarında olan kamu binalarının sadece 4000’inin deprem analizinin yapıldığı ve büyük bir kısmının risk taşıdığı açıklanmış olup bu binaların sadece 764’ünün güçlendirildiği bilindiğine göre deprem vergisi ile toplanan paralara ne olmuştur? Bugün itibariyle neredeyse 400 bin konut sınırını zorlayan devlet müteahhidi bir TOKİ varken, neden büyük bir depremin öngörüldüğü ülkemizde hiçbir tedbir alınmamaktadır? Toplanan deprem vergilerinin 17 Ağustos depreminin zararını fazlasıyla karşılayacağı aşikâr bir durumdur. Anlaşılan o ki toplanan bu paraların büyük bölümü yine sistemin açıklarını yamamakta kullanılmıştır. Basında boy boy demeçler vererek sanki bir muştuyu iletircesine ‘deprem sonrasına hazırlıklıyız’ diyenler, sanırız deprem sonrası için yeterli miktarda ceset torbasını depoladıklarını ima etmektedirler. Hem toplanan deprem vergilerinin akıbetinin belirsizliği, hem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sadece bahara hazırlık adı altında ayırmış olduğu 100 milyon dolarlık bütçe ile 750 adet okulun güçlendirmesinin yapılabileceği gerçeği göz önüne alındığında, insan hayatı bir mevsimlik bile ömrü olmayan lalelerin hayatından daha değersiz kalıyor maalesef.

Diğer taraftan yapılanları bir kenara koyup yapılacaklardan medet umanlara hatırlatalım: Bakanlar Kurulu’nun 01.07.2006 gün ve 26215 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, önümüzdeki 7 yılın temel hedeflerinin belirlendiği (2007-2013) Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda afete karşı hazırlık ve afet zararlarıyla mücadele sürecine yer verilmemiştir. Yani özetle her sene yaşanan doğal afetlerin GSMH’nın en iyimser tahminle %3 ve üstünde bir kısmına denk bir zarar verdiği bilindiği halde, devletin geçmişte almadığı gibi gelecekte de afetler ve felaketlerle ilgili hiçbir tedbir almayacağı gözükmektedir. Bu gerçek bu kadar yalınken, hâlâ sistemden depreme ve diğer afetlere karşı tedbir almasını beklemek gerçeklere gözlerini kapatmaktır. Çözüm, zorlayıcı olmaktan, daha doğrusu örgütlülükten ve doğru, kararlı bir mücadele anlayışından geçmektedir. Her felaket ertesinde birilerini günah keçisi ilan etmek ve cezalandırmak çözüm sağlamaz. Çözüm halkın yaşamına, geleceğine sahip çıkan kararlı bir mücadele anlayışıyla elde edilecektir.

Bugün itibariyle üzülerek söylüyoruz ki kimi meslek odaları da bu süreçte yanlış yerde durmaktadırlar. Özellikle İnşaat Mühendisleri Odası yönetimi deprem konusunu, yıllardır temcit pilavı haline getirdiği ama İvme Dergisi’nin kararlı mücadelesi sonucu bir türlü uygulamaya koyamadığı “yetkin mühendisliği” hayata geçirebilmek için kullanır durumdadır. Her 17 Ağustos’ta bu konuya değinmeden geçmemeyi gelenek haline getirmiştir. Yeni mezun mühendislere 5 yıl süresince stajyerlik öngören yetkin mühendisliğin mühendislerin geçim standardını yükselterek imzacı mühendisliği ortadan kaldıracağını iddia etmek en iyimser yaklaşımla imzacı mühendisliği yaratan koşulları analiz etmekten aciz olmak anlamına gelmektedir. Maalesef İMO yönetim anlayışı depremin yıkıcı etkisinin büyüklüğünü birinci derecede, kalitesiz mühendislik çalışmalarına ve de dolayısıyla kendi meslektaşlarının sırtına yükleyerek asıl suçluyu yani sistemi perde arkasında bırakmaktadır.

Türk Müteahhitler Birliği’nin deprem raporunda ‘… yapı denetimi ve sigortası, mesleki yetkinlik ve akreditasyon …’ diyerek yöneticilerinin büyük çoğunluğunu müteahhitlerin oluşturduğu İMO ile aynı çözümü önermesi tüm gelişmelerden sonra artık bizi şaşırtmamaktadır. Öte yandan başta İMO olmak üzere yapı alanında faaliyet yürüten odaların, daha çok rant elde etme uğruna malzemeden çalan veya buna göz yuman ve bu sebeple binaların yıkılmasında sorumluluğu olan hiçbir meslektaşa dönük soruşturma bile açmamış olması etik dışı davranışları cesaretlendirmekte, bu yanıyla depremlerde aynı sebeplerden kaynaklanacak ölümlerin sorumluluğunun bir bölümünü de odalara yüklemektedir.

Evet, depremin üzerinden tam 10 yıl geçti. Deprem öncesi ve sonrasında yaşananlar, yapılanlar, yapılmayanlar, tüm gelişmeler sistemin gerçek yüzünü göstermede bir turnusol görevi görmüştür. Deprem gibi her doğal afet sonrasında gerçek suçluların perde arkasında tutulması, doğal afetlerle mücadelenin sadece kağıt üstünde kalması, yaşanan felaketlerin önüne geçmek yerine onlardan nasıl faydalanırım anlayışının egemen olması, suçlulardan hesap sorulmaması maalesef kanıksanır bir durum olmuştur. Bilinmelidir ki unutulan her acı, hesabı sorulmayan her sorumsuzluk yeni acılar, yeni felaketler, yeni sıkıntılar demektir. Görmezden gelmek suça ortak olmak demektir. İşte o yüzden biz 17 Ağustos’u hiç unutmadık, unutmayacağız ve de en önemlisi unutturmayacağız. Yeni 17 Ağustosların yaşanmaması için mücadelemizi sürdüreceğiz.

Mühendislik, Mimarlık ve Planlamada
Artı İVME

Hiç yorum yok: